Sayfalar

3 Nisan 2013 Çarşamba

Evrim Teorisini Açmaza Sürükleyen Aşılmaz Engeller

Kara ve deniz canlıları arasındaki fizyolojik farklar, Darwinist izahlardaki yüzeysel anlatımlarla geçiştirilebilecek gibi önemsiz detaylar değildir. Bunlar, bir canlının hayatta kalmasını sağlayan, birinci dereceden önem taşıyan ve tüm vücut yapısını etkileyen devasa farklardır. Dolayısıyla suda yaşayan bir canlının karada yaşar hale gelmesi ya da karada yaşayan bir canlının derin sularda yaşayacak özellikleri aşama aşama kazanması bu imkansız dönüşüm sebebiyle düşünülemez.
Kara ve deniz canlıları arasındaki aşama aşama değişim iddiaları, en baştan canlının ölümü demektir. Bir balık suyun olmadığı ortama çıkarıldığında, yaşam süresinin ne denli kısa olduğunu herkes görebilir. Balığın hava solumasını sağlayacak bir sistemin zaman içerisinde oluşmasını bekleme gibi bir alternatifi yoktur. Kaldı ki bir balığı kara canlısı yapmak için gereken değişimler bununla da sınırlı değildir. Bu canlının dolaşım sistemi, boşaltım sistemi, vücut metabolizması, iskelet yapısı gibi daha pek çok değişimin de aynı anda gerçekleşmesi gerekir. Bu değişimler suyun altında gerçekleşirse, sözde kara canlısı olma yolundaki balık elbette ki ölecektir. Eğer Darwinist iddialara göre canlıdaki bu hayali değişimler karaya çıktığında oluşacaksa, bu durumda canlı metabolizması ve fizyolojisi tamamen suya ayarlı olduğu için bu ortamda da canlının bekleyecek vakti yoktur. Çoğu zaman Darwinistler günümüzde varlığını sürdüren hem karada hem de suda yaşayabilen canlıları (amfibiler) iddialarını desteklemek için kullanırlar. Oysa bu da büyük bir aldatmacadır. Bu canlılar, her iki ortama uygun, tamamen farklı bir metabolizma ile yaratılmışlardır. Suda yaşayan bir canlı karaya çıktığında veya yaşadığı ortamda, bir kara canlısına dönüşemeyeceği gibi, bir amfibiye de dönüşemez.

Bütün bu imkansızlıkların yanı sıra, bu hayali dönüşüm için gereken özelliklerin tamamı canlının genlerinde kusursuzca düzenlenmeli, bununla birlikte olağanüstü kompleksliklere sahip gen havuzuna da eklenmeli ve üstelik sonraki nesillere aktarılabilmesi için üreme, genlerinde gerçekleşmelidir. Tesadüflerden beklenen bu zorlu görev, apaçık bir hayaldir. Gen üzerinde gerçekleşecek herhangi bir tesadüfi müdahalenin bu olağanüstü kompleks sisteme zarar getirme ihtimali bilimsel olarak %99, etkisiz kalma ihtimali ise %1'dir. Durum böyleyken tesadüfleri birer kahraman, hatta bir yaratıcı güç (Allah'ı tenzih ederiz) olarak lanse etmeye çalışmak büyük bir mantık hezimetidir, kapsamlı bir aldatmacadır. Açıktır ki, canlıların var oldukları ortama uyumlu, mükemmel yapılarını, Darwinist hikayelerle açıklamak imkansızdır.


Şayet doğada gerçekten bir evrim süreci olsaydı, bu evrim sürecinin delillerini bulmak oldukça kolay olurdu. Şu anda bizlere milyarlarca örnek sunan fosil kayıtları, böyle bir evrim sürecinin varlığını gösteren yine milyarlarca ara fosil örneği ile dolu olurdu. Ara canlılar, yarı gelişmiş canlılar, mutasyonunu tamamlayamamış garip varlıklar, elenenler, kazananlar, yeni gelişen organlar, körelen organlar, kısaca bu gelişim dönemini gösteren tüm garip ucube varlıkların fosillerinin bulunması gerekirdi. Üstelik bu fosillerin sayısı, tam gelişmiş, mükemmel canlılara oranla çok daha fazla olmalıydı. Tabi, canlıların tümü bu hayali hikayeye göre sürekli evrim süreci içinde olduklarından, söz konusu fosil kayıtlarında yaşayan mükemmel canlıların fosillerine de rastlanmaması gerekirdi. Günümüzdeki bir canlı, 400 milyon önce de aynı olmamalıydı. Elbette ki fosil kayıtları böylesine mantık dışı bir senaryoyu göstermemektedir.
Şu anda ele geçirilmiş 350 milyondan fazla fosil vardır. Tüm fosillerde, bütün hayvanların, tam gelişmiş ve tam işlevsel vücut özellikleri sergilenmiştir. Ne olduğu tespit edilemeyen, yarı gelişmiş organlarla dolu ara canlıların fosillerinden ise eser yoktur. Fosil kayıtlarında tek bir tane bile ara form bulunmamıştır. Ele geçen fosillerin oldukça büyük bir kısmı günümüzde yaşayan canlılara aittir. Söz konusu durum, canlıların milyonlarca sene önce de, bugünkü gibi olduklarını göstermiştir. Dolayısıyla, tıpkı genetik, moleküler biyoloji, zooloji, biyoloji, mikrobiyoloji ve diğer tüm bilim dallarının ortaya koyduğu gibi, paleontoloji de canlıların hiçbir şekilde evrim geçirmediklerini ispatlamaktadır.
     
 
Tüm yeryüzü güzelliklerle doludur; karada yaşayan canlılar, havada uçan kuşlar ve deniz altındaki balıklar tam olarak yaşadıkları ortamlara uygun sistemlerle yaratılmışlardır. Onların sahip olduğu bu hayranlık uyandırıcı sistem Yüce, Ulu ve Üstün Yaratıcımız olan alemlerin Rabbi Allah'ın eseridir.
 
     
Evrim aldatmacasını gözler önüne seren bu önemli bilginin ardından, kara ve deniz canlılarındaki kesin farklılıkların Darwinistlerin aldatıcı iddialarını nasıl geçersiz kıldığını görelim.
Evrimi imkansız kılan, kara ve deniz canlıları arasındaki farkların belli başlı olanlarını şöyle sıralayabiliriz:
- Su ve hava ortamında vücudun oksijen ihtiyacının karşılanması, tamamen farklı yapılar gerektirir: Bir canlının yaşaması için önemli olan sadece ortamdaki oksijenin varlığı değildir. Havadaki oksijen sudakinden fazladır. Ancak balıkların solunum fizyolojisi havadaki oksijeni almaya uygun değildir. Genelde solungaçlar suyun dışındaki ortamda büzülür; ince ve esnek yapıları su altında yaşamaya uygundur. Karada yaşayan canlılar, sahip oldukları akciğer sistemi ile ancak havayı soluyarak oksijen alırlar. Kara canlılarındaki akciğer ise, üstün bir mühendislik harikası sergileyen mikroskobik hava keseciklerini içerir. Bunlar akciğer içerisine maksimum miktarda oksjieni kana aktaracak fakat minimum yer kaplayacak şekilde yerleştirilmişlerdir. Örneğin büyüklüğü bir insan elinden fazla olmayan insan akciğerindeki hava keseciklerinin iç duvarlarının toplam yüzeyi, bir tenis kortunun alanı kadardır. Balıklar ise suda erimiş halde bulunan oksijeni solungaçlarıyla alırlar. Soluma sistemleri karada yaşamaya kesin olarak uygun değildir. Suyun dışında birkaç dakikadan fazla yaşayamazlar.
- Su ve hava ortamında, vücut ağırlığının taşınması için gerekli olan fizyolojik özellikler birbirinden çok farklıdır: Su, havadan daha yoğun ve daha ağırdır; bu nedenle içinde hareket etmek belirli bir enerji gerektirir. Fakat suyun yoğunluğu yüzme imkanı oluşturarak denizde yaşayan canlılara bir avantaj sağlar. Yerçekimine karşı çok küçük çapta bir mücadele gerekir ve bir balık tarafından kaslara ait tüm enerji ileri doğru hareket etmek için kullanılır. Dolayısıyla denizlerde yaşayan canlılar kendi ağırlıklarını taşımak gibi bir sorunla karşılaşmazlar. Ayrıca balıklardaki kemikler, canlının omurgasına bağlı olmadıkları için, ağırlık taşıma gibi bir işlev de üstlenemezler. Oysa karada yaşayan canlıların kemikleri doğrudan omurgaya bağlıdır ve enerjilerinin %40'ını vücutlarını taşımak için kullanırlar. Bu bakımdan iki farklı ortamın canlılarının, bulundukları ortamda yaşayabilecekleri farklı kas ve iskelet yapısına sahip olmaları gerekir.
- Su ve hava ortamında vücut sıcaklığının korunması için gereken metabolizmalar birbirinden çok farklıdır: Su, havadan 25 kez daha iletkendir; dolayısıyla su ortamında ısı kaybı hava ortamına oranla 25 kat daha hızlı olur. Belli bir miktardaki suyu ısıtmak için gereken ısı miktarı, aynı hacimdeki havayı ısıtmak için gerekenden 1.000 kat daha fazladır.38 Bu nedenle, soğukkanlı balıklar kendilerini çevreleyen suyun derecesiyle uyumlu yaşarlar ve ısı kaybını engellemek için neredeyse hiç kalori harcamazlar. Diğer taraftan denizlerde ısı çok yavaş değişir ve bu değişim karadaki kadar büyük farklar oluşturmaz. Oysa karada ısı çok çabuk ve çok büyük farklarla değişir. Bir kara canlısının, bu yüksek ısı farklılıklarına uyum sağlayacak bir metabolizması vardır. Bu yüzden denizlerdeki sabit sıcaklığa uygun bir vücut sistemine sahip olan bir canlı ile karadaki sıcaklık değişimine uyum sağlayacak korunma sistemine sahip bir canlı, tamamen farklı fizyolojilere sahiptir.
- Suda ve karada yaşayan canlıların, su ihtiyaçlarını karşılayacak sistemler farklıdır: Canlılar için kaçınılmaz bir ihtiyaç olması, kara ortamında yaşayan bir canlı için suyun, hatta nemin ölçülü kullanılmasını zorunlu kılar. Örneğin deri, su kaybetmeyi ve buharlaşmayı önleyecek şekilde olmalıdır. Ayrıca canlı susama duygusuna sahip olmalıdır. Oysa suda yaşayan canlıların susama duygusu bulunmaz ve derileri de susuz bir ortamda yaşamaya uygun değildir.
- Suda ve karada yaşayan canlıların, boşaltım sistemleri tamamen farklı şekilde çalışır: Su canlıları, başta amonyak olmak üzere vücutlarında biriken artık maddeleri, bulundukları ortamda su bol olduğundan hemen süzerek atabilirler. Örneğin tatlı su balığında, nitrojen içeren atıkların çoğu (yüksek miktarlarda amonyak (NH3) dahil) solungaçlardan yayılma yoluyla çıkar. Böbrekler, boşaltım sisteminin bir organı olmaktan çok, hayvanın su dengesini korumaya yarar. Deniz balıklarının iki türü vardır. Bunlardan ilk türe ait olan köpek balıkları, tırpana ve kedi balıkları kanlarında çok yüksek seviyede üre taşıyabilirler. Köpek balıklarının kanı diğer omurgalılarda %0.01-0.03 olan orana karşın %2.5 üre taşıyabilir. Diğer türe ait olanlarda örneğin kemikli balıklarda ise durum çok daha farklıdır. Sürekli olarak su kaybederler, ancak deniz suyunu içtikten sonra tuzdan arındırarak kaybettikleri suyu karşılarlar. Vücutlarındaki atık maddeleri atmak için, kara omurgalılarınkinden farklı sistemlere sahiptirler. Dolayısıyla bir kara canlısı için hayati öneme sahip olan böbrek tamamen farklı bir sistemdir.
Tüm bu temel fizyolojik değişikliklerin aynı canlıda ve aynı anda tesadüfler sonucu meydana gelmesi, elbette ki imkansızdır. Balıkların karaya çıkar çıkmaz rastlantısal mutasyonlar sonucunda böylesine kompleks sistemlere bir anda kavuştuklarını öne sürmek, akıl almayacak derecede saçmadır. Çünkü söz konusu kapsamlı değişimlerin, saniyeler içinde, canlının genlerinde kusursuzca ve eksiksizce kodlanması gerekmektedir. Küçük bir eksiklik, bir hata, bir karışıklık veya erteleme, ciddi sakatlıklara, ölümcül sonuçlara sebep olacaktır. %99'unun zararlı olduğunu ifade ettiğimiz mutasyonlar, eninde sonunda, canlıya işte bu kaçınılmaz sonucu getirecektir. Burada ayrıca belirtmek gerekir ki, genetik yapıda genlerin bir bölümünde meydana gelecek olan değişiklik, çok farklı sistemler üzerinde etkili olabilmektedir. Dolayısıyla faydalı gibi görünen bir gen dizilimi, diğer taraftan başka bir sistem üzerinde bozucu etkiye sahip olabilmektedir. Tüm bunlar evrimcilerin varsaydıkları hayali değişimlerin ne denli olasılık dışı olduğunu daha da açık ortaya koymaktadır. Bir evrimci olan biyolog ve genetikçi Prof. John Maynard Smith, bu gerçeği şöyle ifade etmektedir:
İşlevini verimli biçimde gerçekleştiren mükemmel bir organın, bir ya da birkaç mutasyonla oluşamayacak kadar kompleks olduğu görülür, aynı zamanda organın var olmadığı ve tümüyle gelişmiş olduğu durumlar arasındaki herhangi bir ara geçiş aşamasının bu işlevi yerine getirme yeteneği olmayacaktır. 39
Hiçbir canlı kendi vücudu üzerinde bir değişiklik yapma tasarrufuna sahip değildir. Akıl ve bilinç sahibi varlıklar olarak insanların dahi, vücutlarına ihtiyaçları doğrultusunda herhangi yeni bir organ ya da sistem dahil etmeleri mümkün değildir. İlk yaratıldığı andan itibaren insan vücudu aynıdır; insan ne uçabilmiş, ne denizler altında yaşayabilmiş, ne de yaratılış özelliklerinden farklı ayrı bir organ ya da sistem geliştirebilmiştir. Canlılardaki kusursuz sistemleri en ileri teknolojilerle tespit edebilen insan, hiçbirini kendi üzerine geçirebilme imkanına sahip olamamıştır. Bu, insanın da tüm canlıların da Yüce Allah karşısındaki aczini gösterir. Elbette ki canlılar Allah'a karşı bir acz içindedirler çünkü her varlık, kendisini yaratan Allah'a muhtaçtır; ancak O'nun kendisi için belirlediği bir yaşam biçimi dahilinde yaşayabilir. Bu canlıların tümü, Rabbimiz'in "Ol" emri gereğince var olmuş, yoktan yaratılmışlardır. İşte bu gerçek nedeniyle, canlıların aşama aşama geliştiğine dair aldatıcı iddialar sürekli olarak, her yönden, kapsamlı ve açık bir yenilgiye uğramaktadır. Rabbimiz bir Kuran ayetinde şöyle bildirmektedir:
O'nun dışında, hiçbir şeyi yaratmayan, üstelik kendileri yaratılmış olan, kendi nefislerine bile ne zarar, ne yarar sağlayamayan, öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltip-yaymaya güçleri yetmeyen birtakım ilahlar edindiler. (Furkan Suresi, 3)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder