Sayfalar

3 Nisan 2013 Çarşamba

Charles Darwin'in Hayalperestliği ve DNA'nın Keşfi

Darwin 1,5 asır öncesinin cehaleti içinde, canlılıkla ilgili her şeyi son derece basit görüyordu. 20. hatta 21. yüzyılın başlarındaki evrim düşüncesi, henüz daha tükenmez kalemin bile keşfedilmediği bir dönemde, elektron mikroskobunun bilinmediği bilim ortamında, hücreyi yalnızca su dolu bir baloncuk zanneden Darwin'in bilim anlayışı içinde doğdu. Halbuki günümüz bilimi, tek hücreli bir canlının bile, bilinen en yüksek teknolojiden üstün sistemlere sahip olduğunu ortaya çıkarmıştır. Dahası günümüz bilimi, laboratuvarlarda tek bir proteini dahi üretememiş ve hayatın başlangıcına tesadüf diyen evrim fikrini temelinden ortadan kaldırmıştır.
Darwin'in bu kitapta işlenen deniz canlılarına bakış açısındaki çarpıklık sözlerine şöyle yansımıştır:
Dış koşullardaki bir değişmenin, bir organın tümüyle eskimesine ve türün tarihinde hiçbir zaman görülmemiş yeni bir organın gelişmesine yol açabileceğini, şüphe götürmez bir biçimde varsayarsak, ne kadar şaşırtıcı ve saçma gözükürse gözüksün, elimizdeki varsayımdan mantıksal bir biçimde şu önerinin çıkarsandığı ortaya atılmaktadır... "Böylece susamurları, kunduzlar, su kuşları, kaplumbağalar yüzerler diye perde ayaklı kılınmamışlar, ama gereksinmeleri onları av bulabilmek üzere suya çekmiş ve su yüzeyinde hızlı hareket edebilmek için ayaklarını uzatıp ayak parmaklarıyla suyu çırpmaya başlamışlardır. Bu sürekli uzatma yüzünden, parmakları dipte tutan deri bir uzatılma alışkanlığı kazanmış ve zamanla uçları birbirine bağlayan geniş zarlar oluşmuştur." 40
Darwin'in kendisinin de saçma olarak ifade ettiği bu açıklamayı, gerçekçi bir gözle tekrar inceleyelim: Siz kendinizde bir ihtiyaç tespit ettiniz ve bunun hayatınıza çok önemli bir kolaylık sağlayacağını düşündüz. Bunun planlarını da en kusursuz şekilde yaptınız. Şimdi soralım: Ne kadar uğraşırsanız uğraşın, vücudunuzda yeni bir organ ya da sistem meydana getirebilir misiniz? Üstelik bu yeni organ vücudunuzun diğer parçaları ile koordine şekilde çalışacak, şaşırmadan, unutmadan görevlerini yapacak ve vücudunuzun doğuştan bir parçası gibi işlev görecek... Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Ayrıca söz konusu organla ilgili her türlü detayın genetik şifreler halinde, hatasız olarak DNA'nızda kodlanmasını sağlayabilir misiniz?
Bunu ne kadar isteseniz, bunun için ne kadar uzun uğraşsanız da kendi vücudunuzda yepyeni bir organ belirmesini sağlayamazsınız. Peki sizin bunu başarmanız mümkün değilken, bir hayvanın -Darwin'in örneğindeki gibi bir su samurunun- kendi kendine ihtiyacını karşılaması, sırf ihtiyaç duyduğu için ayaklarını çırparak perdeli ayaklar geliştirmesi nasıl düşünülebilir? Bu, ancak Darwin'in ilkel bilim anlayışına uygun düşen cehaleti yansıtan bir iddiadır. Darwin kitabında, deniz canlıları ile ilgili bilim dışı, ilkel hikayelerine şöyle devam etmiştir:
… çağlar boyunca tesadüf eseri ortaya çıkmış ve herhangi bir şekilde herhangi bir türe ait bireylere avantaj sağlamış ve onların değişen koşullara daha iyi adapte olmalarına neden olmuş her önemsiz değişiklik, muhafaza edilme eğiliminde olacak; ve bu sayede doğal seleksiyon iyileştirme çalışmaları için hareket serbestliğine sahip olacaktır. 41
Darwin tesadüfi değişikliklerin birikerek, canlıları yaşadıkları ortama daha uyumlu hale getirdiğine inanmak istemiştir. Ancak gen haritalarının çıkarıldığı günümüzde, şuursuz hücrelerin kendi genetik yapılarında kusursuz düzenlemeler yaptığını iddia etmenin kabul edilebilecek bir yönü yoktur.
DNA molekülleri her canlının nasıl inşa edileceğini ve nasıl işlev yapacağını en ince detayına kadar belirleyen şablonlar ve planlardır. Bugün gelinen bilim ve teknoloji seviyesi neticesinde, bilim adamları bir canlının gelişimiyle ilgili tüm bilgilerin anne-babanın DNA'sında kodlandığı bilgisine sahiptir. Dolayısıyla canlılardaki çeşitliliğin, örneğin çok sayıdaki köpek balığı türlerinin, köpek balıklarının genetik yapılarındaki birtakım çeşitlenmelerden (varyasyon) kaynaklandığı; bir köpek balığının hiçbir zaman bir başka türe dönüşemeyeceği en temel bilgiler arasında yer alır. Nitekim Darwinistler de doğal seleksiyonun hiçbir şekilde tatmin edici bir açıklama getiremediğini bildiklerinden, bu boşluğu canlılardaki genetik kodu etkileyen mutasyon iddialarıyla doldurmayı düşünmüşlerdir.
Burada öncelikle ifade edilmesi gereken konu, genler üzerinde mutasyonların son derece zararlı olduklarıdır. Genlerde canlıların yapılarına ve özelliklerine ait her türlü bilgi, şifreli olarak saklı bulunur. Dolayısıyla radyoaktif ışın gibi bozucu unsurların, bir türü bir başka türe dönüştürecek etkilerinin olması söz konusu bile değildir. Buna rağmen Darwinistler, ısrarla mutasyonların canlıların varoluşunda çok önemli roller oynadığını iddia ederler. Bu iddianın akıl dışı olduğunu ve mantıksızlığını kendileri de çok iyi bilmelerine rağmen mutasyonları kullanmalarının nedeni ise açıktır. Darwinistler, genetik biliminin imkansız kıldığı evrime mantıksız da olsa bir açıklama sunma mecburiyeti içindedirler. Ancak yenilgiyi kabul etmek yerine, bilime ve mantığa aykırı da olsa sahte iddialarla insanları aldatmaktan çekinmezler.
Bilinen Darwinistlerden Richard Dawkins kurtarıcı gibi gördüğü mutasyonların olumsuz etkilerinden bazılarını bizzat kendisi şöyle anlatmıştır:
Dikkat edin, mutasyon baskısı sistematik olarak gelişim yönünde ilerlemez. X ışınlarında olduğu gibi. Tam tersine; mutasyonların büyük çoğunluğu, sebep olan her ne ise, niteliği göz önünde bulundurarak tesadüfidirler ve bu da demektir ki genel olarak mutasyonlar kötüdürler, çünkü kötü olanı elde etmek için iyiyi elde etmekten çok daha fazla yol vardır.42
Aslında söz konusu açıklama da mutasyonlarla ilgili gerçeği tam olarak açıklamaktan uzaktır. Mutasyonlarla iyiyi elde edebilme gibi bir ihtimal kesinlikle yoktur. Mutasyon mutlaka mevcut işleyişi ve sistemi yıkmak ve yok etmek amacıyla hareket eder. Çünkü mutasyon, olağanüstü komplekslikte ve moleküler düzeyde olağanüstü hassasiyetteki muhteşem bir yapıya, bilinçsizce, rastgele yapılan başıbozuk müdahalelerden başka bir şey değildir.
Darwinistlerin, "tesadüfi şekilde kazanılan özelliklerin bir sonraki nesle aktarılması" iddialarının imkansızlığını gösteren bir diğer gerçek de, meydana gelen mutasyonların yalnızca erkekte bulunan sperm veya dişide bulunan yumurta hücresi gibi üreme hücrelerinde olması şartıdır. Diğer vücut hücrelerinde herhangi bir değişimin meydana geldiğini farz ettiğinizde, bunun bir sonraki nesle aktarılması imkansızdır. Dolayısıyla genetik yapıdaki rastgele değişimlerin faydalı bir özellik kazandırdığı iddiası, bu organa ait bilgilerin bir sonraki nesle tesadüf eseri aktarılmasının imkansızlığı sebebiyle de mümkün değildir.
Canlıların vücut planları hücre çekirdeklerindeki DNA moleküllerinde gizlidir ve bu moleküller, bir uzay mekiğinin çizimleriyle bile kıyaslanamayacak kadar komplekstir. Bir canlının, kendisinde olmayan yeni bir organ kazanması için, ancak DNA molekülüne yeni bilgiler eklenmesi gerekir. Böyle muazzam bir işlemin, kopyalama hataları ya da radyasyon bombardımanları gibi müdahalelerle gerçekleştiğini iddia etmek inanılır gibi değildir. DNA, hayranlık uyandırıcı bir kompleksliğe ve neredeyse hiçbir kompleks yapı ile karşılaştırılamayacak hassasiyete sahiptir. Böyle bir yapıyı hataların veya radyasyon etkilerinin "geliştirdiğini" iddia etmek, aklı, mantığı ve bilimin kendisini yok saymaktır. Mutasyonlar, örneğini Hiroşima'ya atılan atom bombası gibi radyoaktif olaylarda gördüğümüz şekilde, çok kapsamlı ve ürkütücü boyutlarda bir yıkım getirir. Mutasyonlarla yeni bir organ ortaya çıkamayacağını Ohio Üniversitesi'nden Prof. Walter Starkey, Cambrian Explosion (Kambriyen Patlaması) kitabında şöyle açıklamaktadır:
... (mutasyonların) kalıcı bir etkiye sahip olabilmeleri için, milyarlarca atomun bir sonraki nesli oluşturacak özel bir eşey hücresi bulması gerekir. Bu tesadüfen olabilir mi? Gerçekten de atomların bu şekilde taşınmasının ve konumlandırılmasının tesadüfen olacağını mı düşünüyorsunuz? Bu atomların havadan toprağa, sonra da denizden ve havadan canlının DNA'sına girip yerleşmeleri nasıl mümkün olabilir?... Yeni özelliklerin ancak mevcut DNA'ya yeni atomlar eklenmesi yoluyla kazanılabileceğini anladıysanız, nasıl tüm bunların tesadüfler sonucu olabileceğine inanabilirsiniz? Her yeni ve daha kompleks canlının daha basit canlılardan üretilmesi için binlerce yeni atomun DNA'ya eklenmesi gerekir. Bu atomların yeryüzündeki ortamından nasıl olup da canlının DNA'sına taşınmış olabileceğini açıklar mısınız? Atom ekleyen mutasyonlar kesinlikle tesadüfen yeni özellikler veya yeni türler üretemezler. 43
Kaliforniya Üniversitesi profesörlerinden Philip Johnson'un da ifade ettiği gibi "Tesadüfen meydana gelen mutasyonun sonucunda, parçaların uyumlu bir şekilde değişmesini düşünmek imkansızdır."44
     
 
RASTGELE MUTASYONLAR CANLILIĞI YOK EDER
• Darwinistlerin iddiasına göre, mutasyonlar, vücudun her yerinde orantılı ve birbirine uyumlu değişiklikler yapmak zorundadır. Örneğin evrimcilerin iddia ettikleri şekilde rastgele mutasyonlarla sağ tarafta bir kulak oluştuysa, mutasyonların sol tarafta da tam simetrik yapıda, aynı şekilde duyan ikinci bir kulağı oluşturması gerekir. Orta kulaktaki örs, çekiç, üzengi kemikçiklerinin her biri, her iki tarafta da aynı olarak meydana gelmelidir.
• Ayrıca göz, kaş, kol, bacak, akciğer, böbrek gibi pek çok yapıda, kemik, kas, sinir, damar gibi tüm detaylarda bu simetri mükemmelliği olmalıdır.
• Yoksa bir kulağı ters, bir kolu kemiksiz, damarsız, tek gözü alnında, tek gözü burnunda garip yapıların meydana gelmesi gerekir. Halbuki canlılıkta böyle bir dengesizlik yoktur; tam tersine tüm vücuda mükemmel bir simetri hakimdir.
• Darwinistlerin iddiasına göre mutasyonlar her şeyi simetrik ve uyumlu şekilde meydana getirmelidir. Fakat %99'u zararlı, %1'i etkisiz mutasyonların faydalı olması; birbiri ile uyumlu, simetrik organları, adeta bir mimar, mühendis gibi üstelik de aynı anda meydana getirebilmeleri imkansızdır.
• Mutasyonların etkisi düzgün bir yapıya adeta makineli tüfekle ateş etmek gibidir. Sağlam bir şeyin üzerine ateş açılması o yapıyı tamamen ortadan kaldırır. Mermilerden tek bir tanesinin etkisiz kalması veya vücuttaki mevcut bir enfeksiyonu yakarak iyileştirmesi hiçbir şeyi değiştirmez çünkü organizma zaten kendisine isabet eden 99 mermi ile yerle bir olmuştur.
Dolayısıyla Darwinistlerin mutasyonlarla ilgili iddiaları ciddi bir mantık hezimetidir.
 
     
Kitabın ilerleyen sayfalarında şahit olacağınız deniz canlılarına ait birbirinden mükemmel algılar, sistemler veya organlar evrim teorisinin çürük mantıkları ile açıklanamaz. Yüce Allah bir Kuran ayetinde canlılardaki çeşitlilikle ilgili şöyle bildirmektedir:
Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir. (Nur Suresi, 45)

Evrim Teorisini Açmaza Sürükleyen Aşılmaz Engeller

Kara ve deniz canlıları arasındaki fizyolojik farklar, Darwinist izahlardaki yüzeysel anlatımlarla geçiştirilebilecek gibi önemsiz detaylar değildir. Bunlar, bir canlının hayatta kalmasını sağlayan, birinci dereceden önem taşıyan ve tüm vücut yapısını etkileyen devasa farklardır. Dolayısıyla suda yaşayan bir canlının karada yaşar hale gelmesi ya da karada yaşayan bir canlının derin sularda yaşayacak özellikleri aşama aşama kazanması bu imkansız dönüşüm sebebiyle düşünülemez.
Kara ve deniz canlıları arasındaki aşama aşama değişim iddiaları, en baştan canlının ölümü demektir. Bir balık suyun olmadığı ortama çıkarıldığında, yaşam süresinin ne denli kısa olduğunu herkes görebilir. Balığın hava solumasını sağlayacak bir sistemin zaman içerisinde oluşmasını bekleme gibi bir alternatifi yoktur. Kaldı ki bir balığı kara canlısı yapmak için gereken değişimler bununla da sınırlı değildir. Bu canlının dolaşım sistemi, boşaltım sistemi, vücut metabolizması, iskelet yapısı gibi daha pek çok değişimin de aynı anda gerçekleşmesi gerekir. Bu değişimler suyun altında gerçekleşirse, sözde kara canlısı olma yolundaki balık elbette ki ölecektir. Eğer Darwinist iddialara göre canlıdaki bu hayali değişimler karaya çıktığında oluşacaksa, bu durumda canlı metabolizması ve fizyolojisi tamamen suya ayarlı olduğu için bu ortamda da canlının bekleyecek vakti yoktur. Çoğu zaman Darwinistler günümüzde varlığını sürdüren hem karada hem de suda yaşayabilen canlıları (amfibiler) iddialarını desteklemek için kullanırlar. Oysa bu da büyük bir aldatmacadır. Bu canlılar, her iki ortama uygun, tamamen farklı bir metabolizma ile yaratılmışlardır. Suda yaşayan bir canlı karaya çıktığında veya yaşadığı ortamda, bir kara canlısına dönüşemeyeceği gibi, bir amfibiye de dönüşemez.

Bütün bu imkansızlıkların yanı sıra, bu hayali dönüşüm için gereken özelliklerin tamamı canlının genlerinde kusursuzca düzenlenmeli, bununla birlikte olağanüstü kompleksliklere sahip gen havuzuna da eklenmeli ve üstelik sonraki nesillere aktarılabilmesi için üreme, genlerinde gerçekleşmelidir. Tesadüflerden beklenen bu zorlu görev, apaçık bir hayaldir. Gen üzerinde gerçekleşecek herhangi bir tesadüfi müdahalenin bu olağanüstü kompleks sisteme zarar getirme ihtimali bilimsel olarak %99, etkisiz kalma ihtimali ise %1'dir. Durum böyleyken tesadüfleri birer kahraman, hatta bir yaratıcı güç (Allah'ı tenzih ederiz) olarak lanse etmeye çalışmak büyük bir mantık hezimetidir, kapsamlı bir aldatmacadır. Açıktır ki, canlıların var oldukları ortama uyumlu, mükemmel yapılarını, Darwinist hikayelerle açıklamak imkansızdır.


Şayet doğada gerçekten bir evrim süreci olsaydı, bu evrim sürecinin delillerini bulmak oldukça kolay olurdu. Şu anda bizlere milyarlarca örnek sunan fosil kayıtları, böyle bir evrim sürecinin varlığını gösteren yine milyarlarca ara fosil örneği ile dolu olurdu. Ara canlılar, yarı gelişmiş canlılar, mutasyonunu tamamlayamamış garip varlıklar, elenenler, kazananlar, yeni gelişen organlar, körelen organlar, kısaca bu gelişim dönemini gösteren tüm garip ucube varlıkların fosillerinin bulunması gerekirdi. Üstelik bu fosillerin sayısı, tam gelişmiş, mükemmel canlılara oranla çok daha fazla olmalıydı. Tabi, canlıların tümü bu hayali hikayeye göre sürekli evrim süreci içinde olduklarından, söz konusu fosil kayıtlarında yaşayan mükemmel canlıların fosillerine de rastlanmaması gerekirdi. Günümüzdeki bir canlı, 400 milyon önce de aynı olmamalıydı. Elbette ki fosil kayıtları böylesine mantık dışı bir senaryoyu göstermemektedir.
Şu anda ele geçirilmiş 350 milyondan fazla fosil vardır. Tüm fosillerde, bütün hayvanların, tam gelişmiş ve tam işlevsel vücut özellikleri sergilenmiştir. Ne olduğu tespit edilemeyen, yarı gelişmiş organlarla dolu ara canlıların fosillerinden ise eser yoktur. Fosil kayıtlarında tek bir tane bile ara form bulunmamıştır. Ele geçen fosillerin oldukça büyük bir kısmı günümüzde yaşayan canlılara aittir. Söz konusu durum, canlıların milyonlarca sene önce de, bugünkü gibi olduklarını göstermiştir. Dolayısıyla, tıpkı genetik, moleküler biyoloji, zooloji, biyoloji, mikrobiyoloji ve diğer tüm bilim dallarının ortaya koyduğu gibi, paleontoloji de canlıların hiçbir şekilde evrim geçirmediklerini ispatlamaktadır.
     
 
Tüm yeryüzü güzelliklerle doludur; karada yaşayan canlılar, havada uçan kuşlar ve deniz altındaki balıklar tam olarak yaşadıkları ortamlara uygun sistemlerle yaratılmışlardır. Onların sahip olduğu bu hayranlık uyandırıcı sistem Yüce, Ulu ve Üstün Yaratıcımız olan alemlerin Rabbi Allah'ın eseridir.
 
     
Evrim aldatmacasını gözler önüne seren bu önemli bilginin ardından, kara ve deniz canlılarındaki kesin farklılıkların Darwinistlerin aldatıcı iddialarını nasıl geçersiz kıldığını görelim.
Evrimi imkansız kılan, kara ve deniz canlıları arasındaki farkların belli başlı olanlarını şöyle sıralayabiliriz:
- Su ve hava ortamında vücudun oksijen ihtiyacının karşılanması, tamamen farklı yapılar gerektirir: Bir canlının yaşaması için önemli olan sadece ortamdaki oksijenin varlığı değildir. Havadaki oksijen sudakinden fazladır. Ancak balıkların solunum fizyolojisi havadaki oksijeni almaya uygun değildir. Genelde solungaçlar suyun dışındaki ortamda büzülür; ince ve esnek yapıları su altında yaşamaya uygundur. Karada yaşayan canlılar, sahip oldukları akciğer sistemi ile ancak havayı soluyarak oksijen alırlar. Kara canlılarındaki akciğer ise, üstün bir mühendislik harikası sergileyen mikroskobik hava keseciklerini içerir. Bunlar akciğer içerisine maksimum miktarda oksjieni kana aktaracak fakat minimum yer kaplayacak şekilde yerleştirilmişlerdir. Örneğin büyüklüğü bir insan elinden fazla olmayan insan akciğerindeki hava keseciklerinin iç duvarlarının toplam yüzeyi, bir tenis kortunun alanı kadardır. Balıklar ise suda erimiş halde bulunan oksijeni solungaçlarıyla alırlar. Soluma sistemleri karada yaşamaya kesin olarak uygun değildir. Suyun dışında birkaç dakikadan fazla yaşayamazlar.
- Su ve hava ortamında, vücut ağırlığının taşınması için gerekli olan fizyolojik özellikler birbirinden çok farklıdır: Su, havadan daha yoğun ve daha ağırdır; bu nedenle içinde hareket etmek belirli bir enerji gerektirir. Fakat suyun yoğunluğu yüzme imkanı oluşturarak denizde yaşayan canlılara bir avantaj sağlar. Yerçekimine karşı çok küçük çapta bir mücadele gerekir ve bir balık tarafından kaslara ait tüm enerji ileri doğru hareket etmek için kullanılır. Dolayısıyla denizlerde yaşayan canlılar kendi ağırlıklarını taşımak gibi bir sorunla karşılaşmazlar. Ayrıca balıklardaki kemikler, canlının omurgasına bağlı olmadıkları için, ağırlık taşıma gibi bir işlev de üstlenemezler. Oysa karada yaşayan canlıların kemikleri doğrudan omurgaya bağlıdır ve enerjilerinin %40'ını vücutlarını taşımak için kullanırlar. Bu bakımdan iki farklı ortamın canlılarının, bulundukları ortamda yaşayabilecekleri farklı kas ve iskelet yapısına sahip olmaları gerekir.
- Su ve hava ortamında vücut sıcaklığının korunması için gereken metabolizmalar birbirinden çok farklıdır: Su, havadan 25 kez daha iletkendir; dolayısıyla su ortamında ısı kaybı hava ortamına oranla 25 kat daha hızlı olur. Belli bir miktardaki suyu ısıtmak için gereken ısı miktarı, aynı hacimdeki havayı ısıtmak için gerekenden 1.000 kat daha fazladır.38 Bu nedenle, soğukkanlı balıklar kendilerini çevreleyen suyun derecesiyle uyumlu yaşarlar ve ısı kaybını engellemek için neredeyse hiç kalori harcamazlar. Diğer taraftan denizlerde ısı çok yavaş değişir ve bu değişim karadaki kadar büyük farklar oluşturmaz. Oysa karada ısı çok çabuk ve çok büyük farklarla değişir. Bir kara canlısının, bu yüksek ısı farklılıklarına uyum sağlayacak bir metabolizması vardır. Bu yüzden denizlerdeki sabit sıcaklığa uygun bir vücut sistemine sahip olan bir canlı ile karadaki sıcaklık değişimine uyum sağlayacak korunma sistemine sahip bir canlı, tamamen farklı fizyolojilere sahiptir.
- Suda ve karada yaşayan canlıların, su ihtiyaçlarını karşılayacak sistemler farklıdır: Canlılar için kaçınılmaz bir ihtiyaç olması, kara ortamında yaşayan bir canlı için suyun, hatta nemin ölçülü kullanılmasını zorunlu kılar. Örneğin deri, su kaybetmeyi ve buharlaşmayı önleyecek şekilde olmalıdır. Ayrıca canlı susama duygusuna sahip olmalıdır. Oysa suda yaşayan canlıların susama duygusu bulunmaz ve derileri de susuz bir ortamda yaşamaya uygun değildir.
- Suda ve karada yaşayan canlıların, boşaltım sistemleri tamamen farklı şekilde çalışır: Su canlıları, başta amonyak olmak üzere vücutlarında biriken artık maddeleri, bulundukları ortamda su bol olduğundan hemen süzerek atabilirler. Örneğin tatlı su balığında, nitrojen içeren atıkların çoğu (yüksek miktarlarda amonyak (NH3) dahil) solungaçlardan yayılma yoluyla çıkar. Böbrekler, boşaltım sisteminin bir organı olmaktan çok, hayvanın su dengesini korumaya yarar. Deniz balıklarının iki türü vardır. Bunlardan ilk türe ait olan köpek balıkları, tırpana ve kedi balıkları kanlarında çok yüksek seviyede üre taşıyabilirler. Köpek balıklarının kanı diğer omurgalılarda %0.01-0.03 olan orana karşın %2.5 üre taşıyabilir. Diğer türe ait olanlarda örneğin kemikli balıklarda ise durum çok daha farklıdır. Sürekli olarak su kaybederler, ancak deniz suyunu içtikten sonra tuzdan arındırarak kaybettikleri suyu karşılarlar. Vücutlarındaki atık maddeleri atmak için, kara omurgalılarınkinden farklı sistemlere sahiptirler. Dolayısıyla bir kara canlısı için hayati öneme sahip olan böbrek tamamen farklı bir sistemdir.
Tüm bu temel fizyolojik değişikliklerin aynı canlıda ve aynı anda tesadüfler sonucu meydana gelmesi, elbette ki imkansızdır. Balıkların karaya çıkar çıkmaz rastlantısal mutasyonlar sonucunda böylesine kompleks sistemlere bir anda kavuştuklarını öne sürmek, akıl almayacak derecede saçmadır. Çünkü söz konusu kapsamlı değişimlerin, saniyeler içinde, canlının genlerinde kusursuzca ve eksiksizce kodlanması gerekmektedir. Küçük bir eksiklik, bir hata, bir karışıklık veya erteleme, ciddi sakatlıklara, ölümcül sonuçlara sebep olacaktır. %99'unun zararlı olduğunu ifade ettiğimiz mutasyonlar, eninde sonunda, canlıya işte bu kaçınılmaz sonucu getirecektir. Burada ayrıca belirtmek gerekir ki, genetik yapıda genlerin bir bölümünde meydana gelecek olan değişiklik, çok farklı sistemler üzerinde etkili olabilmektedir. Dolayısıyla faydalı gibi görünen bir gen dizilimi, diğer taraftan başka bir sistem üzerinde bozucu etkiye sahip olabilmektedir. Tüm bunlar evrimcilerin varsaydıkları hayali değişimlerin ne denli olasılık dışı olduğunu daha da açık ortaya koymaktadır. Bir evrimci olan biyolog ve genetikçi Prof. John Maynard Smith, bu gerçeği şöyle ifade etmektedir:
İşlevini verimli biçimde gerçekleştiren mükemmel bir organın, bir ya da birkaç mutasyonla oluşamayacak kadar kompleks olduğu görülür, aynı zamanda organın var olmadığı ve tümüyle gelişmiş olduğu durumlar arasındaki herhangi bir ara geçiş aşamasının bu işlevi yerine getirme yeteneği olmayacaktır. 39
Hiçbir canlı kendi vücudu üzerinde bir değişiklik yapma tasarrufuna sahip değildir. Akıl ve bilinç sahibi varlıklar olarak insanların dahi, vücutlarına ihtiyaçları doğrultusunda herhangi yeni bir organ ya da sistem dahil etmeleri mümkün değildir. İlk yaratıldığı andan itibaren insan vücudu aynıdır; insan ne uçabilmiş, ne denizler altında yaşayabilmiş, ne de yaratılış özelliklerinden farklı ayrı bir organ ya da sistem geliştirebilmiştir. Canlılardaki kusursuz sistemleri en ileri teknolojilerle tespit edebilen insan, hiçbirini kendi üzerine geçirebilme imkanına sahip olamamıştır. Bu, insanın da tüm canlıların da Yüce Allah karşısındaki aczini gösterir. Elbette ki canlılar Allah'a karşı bir acz içindedirler çünkü her varlık, kendisini yaratan Allah'a muhtaçtır; ancak O'nun kendisi için belirlediği bir yaşam biçimi dahilinde yaşayabilir. Bu canlıların tümü, Rabbimiz'in "Ol" emri gereğince var olmuş, yoktan yaratılmışlardır. İşte bu gerçek nedeniyle, canlıların aşama aşama geliştiğine dair aldatıcı iddialar sürekli olarak, her yönden, kapsamlı ve açık bir yenilgiye uğramaktadır. Rabbimiz bir Kuran ayetinde şöyle bildirmektedir:
O'nun dışında, hiçbir şeyi yaratmayan, üstelik kendileri yaratılmış olan, kendi nefislerine bile ne zarar, ne yarar sağlayamayan, öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltip-yaymaya güçleri yetmeyen birtakım ilahlar edindiler. (Furkan Suresi, 3)

Bölüm 3: Evrim Teorisinin Çürük Temelleri

yüzyıl evrim teorisinin dehşetli şekilde yıkıldığı dönem olmuştur. Büyük bir sahtekarlık ve aldatmaca üzerine kurulu olan teori, 150 yıl süren aldatmacanın ardından kesin bilimsel delillerle çürütülmüş ve büyük bir yenilgi almıştır. Bunun temel nedeni, Darwinizm'i destekleyen tek bir bilimsel delil bile olmayışı, aksine tüm bilimsel gerçeklerin evrimi yalanlamasıdır. Evrimi ispatlaması gereken hayali ara geçiş formlarından tek bir tane bile yoktur ve en önemlisi, henüz daha tek bir proteinin oluşumu -yani hayatın başlangıcı- bile Darwinistler tarafından açıklanamaz. Darwinizm, en büyük çöküşünü yaşamış ve tam anlamıyla çürüyüp gitmiştir.
 

Kitabın ilerleyen bölümlerinde, hayatın başlangıcını dahi açıklayamayan ve her yönden geçersiz kılınmış evrim teorisinin deniz canlıları yönünden çöküşünü göreceğiz. Ancak canlılardaki mükemmellikleri incelerken, evrim teorisinin açmazlarından genel olarak bahsetmekte fayda vardır.
Darwinistler, canlıların sözde aşama aşama mükemmelleşerek var olduklarını iddia ederler. Buna göre bu hayali ara aşamaların izlerine her yerde rastlanması gerekir. Yani bir türden diğerine geçişi temsil eden hayali ara türler, ara formlar olmalıdır. Fakat yeryüzünde bu ara formlardan eser yoktur. Şimdiye kadar 300 milyondan fazla fosil bulunmuştur, ne var ki bunların tek bir tanesi bile ara form değildir. Fosil kayıtları bütün canlı türlerinin yeryüzü katmanlarında ilk belirdikleri andan itibaren şu anki mükemmel halleriyle bulunduklarını göstermektedir. Yani canlılar, milyonlarca yıl önce, bugünkü halleriyle yoktan yaratılmışlardır. Tek bir tane bile ara fosil bulunamaması, Darwinistler için en büyük sorunlardan biridir. Yarım fonksiyonlu, kademe kademe gelişen, eksik organlı canlılar yalnızca Darwinistlerin hayallerini yansıtmaktadır. Üstelik şunu da belirtmek gerekir ki bu, hayal ürünü bozuk yapılı, gelişimini tamamlanmamış, ara canlı şekillerinden, mükemmel canlı fosillerine kıyasla binlerce hatta yüzbinlerce kat daha fazla olması gerekmektedir. Ancak evrimcilerin beklentilerinin aksine, yeryüzü katmanlarındaki fosillerin tamamı olağanüstü düzgünlükteki mükemmel canlılara aittir.
Kambriyen dönemi, fosil kayıtlarındaki bu mükemmel ve ani ortaya çıkışın en büyük ve en görkemli kanıtlarından biridir. "Kambriyen dönemi" olarak adlandırılan yaklaşık 540 milyon yıl önceki dönemde, günümüzdekinden çok daha fazla çeşitlilikteki canlı türü, hiçbir hayali ataları olmaksızın, kusursuz halleriyle birdenbire yeryüzü katmalarında belirmektedir. İşte bu, Darwinistlerin en büyük hayal kırıklıklarından birini teşkil eder. Nitekim sırf bu yüzden, Kambriyen fosillerini ilk bulan Darwinist paleontolog Charles Doolittle Walcotty, bu fosilleri tam 70 yıl saklamıştır.


Tanınmış Darwinistlerden James J. Gould ve Carol Gould, bu konudaki şaşkınlıklarını şöyle ifade etmektedirler:
... Kambriyen fosilleri, günümüz canlı hayvanlarınkine benzer beden modelleri olan hayvanları içeriyordu. Bu yüzden de, fosil kayıtları şaşırtıcı bir soru ortaya çıkardı: Bu bol, çeşitli ve ilerlemiş ilk deniz hayvanlarına yol açan eski biçimler nereye gitmişti?... 32
Darwinistlerin kabul etmek istemedikleri gerçek, yaşanmayan bir evrim sürecinin, delilini bulmanın mümkün olmadığıdır. Bir başka Darwinist Prof. John Maynard Smith ise, konu ile ilgili şunları söylemektedir:
Fosilleşmiş bakteriler ve mavi-yeşil alglerin 3 milyar yıldır bulunduğuna dair fazlasıyla delil var. Fakat belli başlı omurgasız grupların 600 milyon yıl önce aniden belirmiş olmaları hâlâ bir açıklama bekliyor. 33
Sıçramalı evrim teorisinin savunucusu Stephen Jay Gould ise, Darwin'in Kambriyen dönemine ait fosil örneklerinden duyduğu rahatsızlığı şöyle dile getirmektedir:
Fosil kayıtları, Darwin'e mutluluktan çok hüzün getirdi. Hiçbir şey onu, neredeyse tüm kompleks dizaynların ortaya çıktığı Kambriyen patlamasından daha çok rahatsız etmedi. Kambriyen patlaması Darwin'i o kadar rahatsız etmişti ki, Türlerin Kökeni'nin son basımında şunları yazmıştı:
"Bu olay henüz açıklanmamıştır ve gerçekten de burada ortaya konan görüşlere karşı geçerli bir sav olarak ileri sürülebilir."... yeryüzündeki yaşamın en eski kanıtları, Kambriyen dönemdeki karmaşık omurgalı patlamasına ilişkindi. Bunca yaşam formu aynı anda ve en baştan karmaşık bir yapıya sahip olarak ortaya çıkmışsa, Allah'ın yaratma anı için Kambriyen dönemin başını seçmiş olduğu iddia edilemez miydi? 34
Canlıların fosil katmanlarında aniden mükemmel şekilleriyle ortaya çıkmaları, kuşkusuz ki Yaratılış'ın çok açık bir delilidir. Darwinistlerin sıkıntısının kaynağı da bu gerçeğin farkında olmalarından ve iddia ettikleri gibi aşama aşama gelişen canlıların fosil katmanlarında yer almıyor olmasındandır. Nitekim "Kambriyen patlaması" ile ilgili olarak Darwin, Türlerin Kökeni'nde "Avrupa'daki tabakalarda farklı türlere ait canlı gruplarının aniden belirmesi; ve günümüzde bilindiği gibi, Kambriyen katmanlarının altındaki zengin fosil yataklarının neredeyse hiç bulunmaması, hiç şüphesiz en ciddi sorunlardan birisidir." 35 diye yazmasına sebep olmuştu. Bir canlının sözde atası olmadan yeryüzü katmanlarında mükemmel haliyle ortaya çıkması ve tek bir ara form bile bulunmaması bu canlının evrim geçirmediğinin en açık delilidir. Deniz biyoloğu Darwinist Richard Ellis de, evrimci görüşlere sahip olmasına rağmen Darwin'in konu ile ilgili bir itirafına AquaGenesis (Suda Başlangıç) adlı kitabında şöyle yer vermektedir:
Darwin, hayatın nasıl başladığı hakkında hiçbir fikri olmadığını kabul etmiştir. Aynı zamanda Türlerin Kökeni adlı kitabında, kompleks canlılığın Kambriyen dönemde, kendilerinden önceki yaşam biçimlerine ait herhangi bir delil olmaksızın, nasıl ortaya çıktığını anlayamadığını da itiraf etmiştir.

"... bundan daha ciddi bir güçlük bulunuyor. Hayvanlar aleminde belli başlı birkaç gruba dahil olan türlerin, bilinen fosilleşmiş kayaların en alt tabakalarında, nasıl aniden belirdiklerinden söz ediyorum. Aynı gruba ait mevcut türlerin tamamının tek bir atadan geldikleri konusunda beni ikna eden iddiaların çoğu, aynı şekilde bilinen en eski türlere de uygulanabilir. Örneğin Kambriyen ve Silüryen trilobitlerinin tümünün, Kambriyen çağından çok daha önce yaşamış olması gereken ve bilinen tüm hayvanlardan büyük ihtimalle farklı bir kabukludan geldiğinden şüphe edilemez... Bu öngördüğümüz eski dönemlere ait zengin fosilleşmiş yatakları neden bulamadığımız sorusuna gelince, tatmin edici bir cevap veremiyorum." 36
Canlıların kusursuz hallerine ait milyonlarca fosil kalıntısı olmasına rağmen, evrimcilerin varsaydıkları eksik, kusurlu hayali ara formların bir türlü bulunamaması evrimcileri çaresiz duruma düşürmüştür. Aslında her biri, tesadüflerin herhangi bir şey ortaya çıkaramayacağının, yeryüzündeki muazzam canlılığın olağanüstü bir Yaratılış harikası olduğunun ve evrimin büyük bir sahtekarlık olduğunun açıkça farkındadır. Bu gerçeği kabullenmemelerinin sebebi, sahte teorilerini bir gün ispatlayacaklarına dair inançları değil, materyalist felsefeye olan ideolojik bağlılıklarıdır.
Canlılar için pek çok organ ve sistem hayati önem taşır. Dolayısıyla canlının, bunların aşama aşama gelişmesini bekleyecek bir vakti yoktur. Zaten söz konusu organ ve yapıların da kendi kendilerine, aşama aşama meydana gelebilmeleri imkansızdır. Bu organların pek çoğu, ancak bütün olarak -eksiksizce- var oldukları takdirde işlevsel olurlar. Kaldı ki kademe kademe evrimin gerçekleşebileceği şartlar var olsaydı bile, doğal seleksiyonla tüm bu ara aşamalardaki işe yaramayan organların, sistemlerin, canlıların kusursuz hallerine gelemeden çok evvel elenmeleri, yok olmaları gerekirdi. Böyle hayali bir eleme sisteminin neden çalışmadığı da Darwinistler tarafından açıklamasızdır.
Canlıların yeryüzü katmanlarında bir anda ortaya çıkışına evrimci bir açıklama getiremeyen Darwinistlerin bir kısmı da, "canlılık tesadüf eseri uzaydan geldi" gibi hiçbir bilimsel bulguya dayanmayan spekülatif iddialara başvururlar. Söz konusu iddianın en büyük destekçisi, Darwin'in Rottweiler'ı olarak tanınan ve Darwin'in hayranı olduğunu her fırsatta dile getiren ateist evrimci Richard Dawkins'dir. Yıllarca, tıpkı Darwin gibi, hayatın başlangıcının tesadüfen çamurlu bir suda meydana geldiğini iddia eden Dawkins, 21. yüzyılın getirdiği bilimsel sonuçlar karşısında bu iddiasından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Bunun yerine, sahte ideolojisi uğruna, "canlılığın tesadüfen uzaydan geldiği" gibi olağanüstü derecede saçma bir iddiayı savunur konuma gelmiştir. Ancak elbette Dawkins, amino asit, protein gibi hücrenin en temel yapılarının uzayda nasıl meydana geldiği konusunda da yine aynı şekilde cevapsızdır.
Darwinistler daha hayatın başlangıcı konusunda çaresizlerken, Kambriyen onlar için elbette bir diğer açmaz olarak ortaya çıkmaktadır. İşte bu sebeple Darwinistler, ellerinde bilimsel bir delil de olmadığından, genellikle bu önemli aşamaları "hikayeleştirmeyi" tercih ederler. Bilimsel terimlerle süslenen bu aldatıcı hikayeler, birer çocuk kitabını andırmaktadır. Darwinist yayınlardan birinde adeta bir masal üslubu ile anlatılan bu senaryonun bir örneği şöyledir:
Yaklaşık olarak 540 milyon yıl önce yeryüzünde hayat büyük bir çeşitlilikle patlamıştı. Deniz katında bazı canlılar sert kabuklar edindiler ve günümüzdeki hayvanların ataları olarak aniden ortaya çıktılar. Bu sırada kozmik kaya parçaları gezegenimize artan bir hızla çarpmaya başlamışlardı. Araştırmacıların tahminlerine göre, çok büyük miktarlarda Dünya'ya çarpan göktaşları yaşam için çok önemli olan organik bileşikleri yeryüzüne taşımışlardı ya da bu şekilde Dünya'ya çarpmaları organizmaların yeni bir ortama uyum sağlamalarına neden olduğu için yeryüzünde çeşitlilik meydana gelmişti... Artan çarpma hızı, geçen 550 milyon yıl boyunca Dünya'yı suyla ve hayat için gerekli olan diğer bileşiklerle doldurmuştu. Bunun sonucunda hayvan hayatının büyük kısmının ortaya çıktığı kısa bir dönem olan Kambriyen dönemi patlak vermişti. Daha fazla hammadde sağlandığında yaşamın hızlı bir şekilde evrimleşmesi için büyük bir ihtiyaç doğacaktı. 37
Bu hayali açıklamalardan sonra, Darwinistlere şu soruların sorulması gerekir: Tesadüfler nasıl bir patlama gerçekleştirmiştir ki, tek bir hücresinin tek bir proteini üzerine binlerce kitap yazılacak, buna rağmen hala tam olarak anlaşılamayacak komplekslikte, mükemmel düzene sahip canlılar meydana getirmişlerdir? Ya da tesadüf eseri çarpan meteorlar yeryüzüne hayat getirecek organik molekülleri nereden bulmuşlardır? Bilim adamları, canlıların çalışma sistemlerini dahi henüz tam olarak açıklamaktan acizken, laboratuvardaki bilinçli koşullar altında dahi tek bir protein meydana getiremezken, kör tesadüfler nasıl olup da sayısız çeşitlilikteki bu benzersiz Yaratılış harikalarını yüz milyonlarca senedir sözde kusursuzca var etmektedir? Elbette böyle bir şey imkansızdır. İşte bu iddialar Yüce Allah'ın varlığını ve O'nun yaratışındaki mükemmellikleri kasıtlı olarak görmezden gelenlerin, ne denli saçma masallara başvurduklarının önemli bir örneğidir.
Ancak biz, evrimcilerin düşünmek istemedikleri ve kasıtlı olarak göz ardı ettikleri zorlukları yani Yaratılış delillerini deniz canlıları açısından kısaca hatırlayalım:
Kara canlıları ile deniz canlıları birbirlerinden tamamen ayrı anatomik özelliklere sahiplerdir. Suyun içinde ve hava ortamında yaşamak tüm detaylarıyla bambaşka canlılar olmayı gerektirir. Fakat Darwinistlerin iddiası, canlıların zaman içinde ortama adapte olmak için, ihtiyaçları doğrultusunda tesadüf eseri yeni organ ve sistemler kazanarak sözde başka canlılara dönüştükleridir. İşte bu iddia, bilimsel olarak imkansızdır, bir yalandır . Çünkü iki farklı ortamın canlıları arasında aşılamaz fizyolojik ve anatomik engeller vardır. Dolayısıyla denizden karaya geçiş ya da karadan denize geri dönüş gibi efsanevi anlatımların bilimsel bir zemini yoktur.


Suyun Denizlerdeki Yaşamı Mümkün Kılan Özellikleri

Bilinen bütün gök cisimlerinin içinde yalnızca Dünya'da suyun bulunuyor olması, üstelik de canlılık için uygun niteliklere sahip olması son derece önemlidir. Güneş sistemindeki diğer gezegenlerden hiçbirinde yaşamın temel şartı olan su bulunmaz. Oysa Dünya yüzeyinin dörtte üçü suyla kaplıdır. Yeryüzündeki milyonlarca çeşit canlı su sayesinde hayatlarını sürdürür; yaşam için gerekli olan dengeler de suyun varlığı sayesinde devamlılığını korur.
Deniz yaşamı suyun ısısına da bağlıdır. Suyun geniş hacminden dolayı ısıyı çekme ve sabit tutabilme kapasitesi yüksektir. Bu sayede okyanuslardaki ve denizlerdeki büyük su kütleleri, Dünya'nın ısısının dengelenmesini sağlar.28 Okyanuslar güneş ışınlarını karadan daha az yansıtır, böylece karalardan daha fazla güneş enerjisi alır; ama bu ısıyı kendi içinde karalara göre daha dengeli biçimde dağıtırlar. Bu sayede okyanuslar daha sıcak olan ekvator bölgelerini serinleterek aşırı sıcak olmalarını, kutup bölgelerinin soğuk sularını da ısıtarak aşırı soğuyarak tamamen donmalarını engeller.
Suyun ısısındaki ani bir değişiklik tüm deniz yaşamını etkiler. Pek çok tropik ve arktik deniz canlısı kendileri için ısı bakımından öldürücü limitin en üst seviyesine yakın yaşarlar. Yavaş büyüyen tropik mercan resiflerinin sistemleri oldukça dar olan bir ısı aralığına bağımlıdır. Suyun normal ısısında sadece 2-4 °C artış bile olsa, deniz ekosisteminin büyük ölçüde ölümüne sebep olur.29 Örneğin 1967 Haziranı'nda, Porto Rico'nun batısındaki, içinde balıkların yoğun olarak yaşadığı lagünde sıcaklık 35 °C'ye çıktığında, tuz miktarı %0.43'e yükselmiş ve erimiş oksijen oranı azalmıştır. Bunun sonucunda balıklar, yengeçler ve karidesler, bu ani ısı artışıyla birlikte toplu olarak ölmüşlerdir.30
     
 
Denizlerde yaşamı mümkün kılan sayısız özellik, tuzlu sularda çok fazla canlının yaşamasına olanak vermektedir. Okyanuslar, her yıl elde edilen milyonlarca ton deniz mahsülü ile Dünya'nın zengin bir yiyecek kaynağıdır.31
 
     
Ayrıca Rabbimiz, suyun moleküler yapısını da, doğadaki son derece kompleks sistemin önemli bir parçası kılmıştır. Bilinen tüm sıvılar sıcaklıkları düştükçe büzüşür, hacim kaybederler. Böylece yoğunlukları artar ve soğuk olan kısımlar daha ağır hale gelir. Bu yüzden sıvı maddelerin katı halleri, sıvı hallerine göre daha ağırdır. Fakat su, bilinen tüm sıvıların aksine, belirli bir ısıya (+4°C'ye) düşene kadar büzüşür; sonra birden genleşmeye başlar. Donduğunda ise daha da genleşir. Bu nedenle suyun katı hali, sıvı halinden daha hafiftir. Bir başka deyişle "normal" fizik kurallarına göre buzun suyun dibine batması gerekirken, buz su üstünde yüzer. Buzun bu özelliği, Dünya üzerindeki denizler açısından çok önemlidir. Eğer buz suyun üzerinde yüzmese, Dünya üzerindeki suyun çok büyük bir bölümü tamamen donacak, göllerde ve denizlerde hiçbir yaşam kalmayacaktı.

Ayrıca oksijen suda çözünen yapısıyla, suyun tüm derinliklerinde bulunur. Bu sayede yaşamın okyanusun en derin kısımlarında bile var olması mümkün olur. Suyun yüksek yoğunluğunun olması ise, deniz canlılarının yüzmelerine olanak tanır. Burada yalnızca birkaçına değinebildiğimiz suyun tüm fiziksel ve kimyasal özellikleri, bu sıvının canlılık için özel olarak yaratılmış olduğunu göstermektedir. Dünya dışında hiçbir gezegende böyle bir su kütlesinin olmaması elbette ki bir tesadüf değildir. İnsan yaşamı için özel olarak yaratılmış olan Dünya, yine özel olarak yaratılmış olan suyla canlanmaktadır. İnsanlar için sayısız nimeti yaratan, onların rahatlıkla yaşam sürmelerini sağlayan Yüce Rabbimiz, suyu da eşsiz bir sanat ve incelikle var etmiştir. Bir Kuran ayetinde şöyle bildirilmektedir:
Biz gökten belli bir miktarda su indirdik ve onu yeryüzünde yerleştirdik; şüphesiz Biz onu (kurutup) giderme gücüne de sahibiz. (Müminun Suresi, 18)


Canlılık İçin Hazırlanmış Karışım: Deniz Suyu

Nasıl ki karada yaşayan canlılar için, havadaki gazların oranı hayati önem taşıyorsa, deniz altındaki canlılar için de suyun içeriğindeki maddeler önemlidir. Denizlerdeki canlılığın yaşam kaynağı olan deniz suyu, son derece özel bir karışımdır ve bu karışımın içeriğindeki oranlar neredeyse tüm Dünya'da aynıdır.22 Deniz suyu, çoğu çok az miktarlarda bulunan 72 kimyasal elementin bir karışımı şeklindedir ve bundan dolayı neredeyse "her şeyden oluşan seyrek çözelti" olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir ifadeyle deniz suyunda, doğada var olan tüm elementlerin neredeyse tamamı bulunmaktadır.23 Deniz suyunda en çok bulunan elementler, sırasıyla klorür (Cl), sodyum (Na), sülfür (S), magnezyum (Mg), kalsiyum (Ca) ve potasyumdur (K).24 Tüm minerallerin yüzde 90'ını oluşturan bu altı elementin dışında, bromin (Br) ve karbondan (C) başlayıp, altına (Au), iridyuma (Ir) ve hatta platinyuma (Pt) kadar çok çeşitli elementler mevcuttur. İster kutup denizlerinde, isterse tropik denizlerde olsun -tuzun yoğunluğu değişse de- içerdiği inorganik (karbon içermeyen) bileşiklerin birbirlerine oranları hemen hemen aynıdır.
     
 
1 kg deniz suyunda 35 gr tuz mevcuttur. Bu tuz miktarı, denizde canlılığın var olması için gereken en mükemmel orandır.
 
     
Diğer taraftan deniz suyundaki tuzun da son derece hassas bir ölçüsü vardır. Yapılan araştırmalarla deniz suyunun ortalama tuzluluk derecesinin, ağırlığa oranla %3.5 olduğu tespit edilmiştir.25 Bir kilogram tuzlu suda 34.7 gram mineral tuz mevcuttur.26 Bu, 1 mil (1.852 metre) suda yaklaşık 186 milyon ton tuzun var olduğu anlamına gelmektedir. Okyanuslardaki bu tuz miktarı ile kıtaların tamamı 152.300 metre kalınlığında bir tuz tabakasıyla kaplanabilirdi. Bu tuzluluğun nasıl oluştuğu ve oranının nasıl sabit kaldığı bilim adamlarının araştırma konusudur.27
Bu dengeyi sağlamanın zorluğunu, akvaryumlarda yaşatılmaya çalışılan balıklardan da anlamak mümkündür. Balık genel tanımıyla suda yaşayan bir canlıdır; ancak herhangi bir suda değil. Kendi türünün gerektirdiği ısı, ışık, besin dengesi sağlanmadığında, balığın canlılığını sürdürmesi mümkün olmaz. Bu nedenle akvaryumunuzda da denizlerdeki ekosistemin küçük bir modelini oluşturmanız gerekir. Suyun filtrelenmesi, çöplerin toplanması, besin kaynağının düzenli aralıklarla sağlanması gibi pek çok detay aynı anda düşünülmelidir. Ayrıca deniz akvaryumlarında kullanılacak tuzun hem doğru kimyasal bileşimde, hem de doğru miktarda olması gerekir. Örneğin tropik akvaryumlar için bu oran %3.3'tür: Bu da 1 litre suda yaklaşık 33 gram deniz tuzu demektir.
Denizlerdeki hassas ortamı anlamak açısından, akvaryumlardaki asitlik dengesi de bir ölçüdür. Tatlısu akvaryumlarının pH (asitlik) değeri 7.0-7.8 arasındayken, deniz akvaryumlarında bu değer 8.0-8.5 arasıdır. Suyun asitlik değeri yükseldikçe, sudaki amonyum (NH4) ve amonyak (NH3) arasından, çok daha zehirli olan amonyağın oranı da yükselir. Sudaki amonyak yoğunluğunun 0.01 mg/litrenin üzerine çıkması, balıklar da dahil deniz canlıları için ölümcüldür. Diğer bir deyişle, yüksek tuzlu suda amonyak birikimi, pH (asitlik) değeri, çok ciddiye alınması gereken bir tehdittir. Bu nedenle deniz akvaryumlarına, tatlısu akvaryumlarına göre daha az sayıda balık konabilir. Tatlısu akvaryumları için bu ölçü 1 cm balık boyu başına 1 litre su iken, deniz akvaryumları için bu oran 1 cm balık boyu başına 10 litre sudur.
Bu birkaç detayda görüldüğü gibi böylesine hassas bir ayarlamanın, yeryüzünün 3/4'ünü kaplayan sularda, tam olması gerektiği şekilde düzenlenmesi elbette ki kendi kendine mümkün değildir. Furkan Suresi'nin 2. ayetinde bildirildiği gibi Yüce Rabbimiz "... her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir."

Tüm Evren Mükemmel Bir Dengeye Sahiptir

Denizlerdeki zengin çeşitliliği barındıran yaşama elverişli koşullar, Dünya'nın evrendeki istisnai konumunun sadece bir yönüdür. İç içe geçmiş sistemlerden, birbirine bağlı hassas dengelerden oluşan evren, canlılığın var olması ve devamı için gereken kusursuz bir uyum ve düzene sahiptir. Çağımızda elde edilen bulgular, Dünya'nın içindeki tüm detaylarla birlikte, sonsuz yoğunluktaki sıfır hacimli bir noktanın patlamasıyla, yokluktan var olduğunu göstermektedir. "Big Bang" olarak tanımlanan bu patlama sonucunda, mekanın sıfır olduğu bir noktadan, zamanın olmadığı bir an içinden trilyonlarca kilometre ile dahi ifade edemeyeceğimiz kadar uzun mesafeler, büyüklükler, hızlar, sıcaklıklar, hacimler belli bir düzen içinde, tam olmaları gereken miktarlarla var olmuşlardır. Yalnızca hızlar, büyüklükler ve sıcaklıklar değil, onlarla beraber, canlılığa elverişli mükemmel bir ortam ve muazzam çeşitlilikteki canlılar da yaratılmıştır. Evrende bu denli hassas dengeler üzerine kurulu bir düzenin olması, kuşkusuz evrenin var oluşundaki hiçbir aşamada tesadüflerin yerinin olamayacağının en büyük delillerindendir. Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir konu vardır: Bahsettiğimiz düzen, bir kayanın parçalanarak etrafa saçılması ve bu parçaların tesadüfen havada bir konum edinip binlerce yıl varlığını koruması gibi bir şey değildir. Burada yoktan bir yaratılış, patlamayla ortaya çıkan büyük bir düzen ve canlılık için özel olarak var olmuş sayısız koşullar söz konusudur. Evrenin, karmaşanın ve tesadüflerin ürünü olmadığını; ünlü bir kozmolog olan Martin Rees, bir evrimci olmasına karşın şu sözlerle dile getirmektedir:
Fizikçiler nereye bakarlarsa baksınlar, orada ince ayarın örneklerine tanık olurlar. 18
Günümüzde "ince ayar" (fine-tuning) kavramı ile ifade edilen bu şartlar, yeryüzünde canlılığın ne denli hassas bir dengeye bağlı olduğunu ortaya koymaktadır. Yüksek Enerji Fiziği alanında Nobel ödülü sahibi Prof. Steven Weinberg Scientific American dergisindeki bir yazısında şunları ifade etmektedir:
Doğa kanunları ve evrenin başlangıçtaki koşullarının bizim gözlemleyebildiğimiz canlıların var olmasını sağlayabilecek şekilde, son derece uygun olması ne kadar şaşırtıcıdır. Bildiğimiz gibi fiziksel değerlerin herhangi birindeki küçük bir değişiklik yaşamı olanaksız kılacaktır. 19
Ünlü yazar ve teorik fizik profesörü Paul Davies de Dünya'nın özel bir gezegen olduğunu ifade eden çok sayıdaki bilim adamından biridir:
Asıl muhteşem olay, Dünya'daki hayatın bıçak sırtındaki dengesi değil, tüm evrenin bıçak sırtındaki dengesidir ve doğal sabitlerinin küçücük bir değişimi tamamıyla bir karmaşaya neden olacaktır. 20
İngiliz astrofizikçi George Ellis ise sahip olduğu bilgilerden şu sonuca ulaşmaktadır:
Evrendeki kompleksliği meydana getiren kanunlarda hayret verici bir ince ayar görülmektedir. Evrende meydana gelen bu komplekslik karşısında "mucize" kelimesini kullanmamak çok güçtür. 21
İç içe geçmiş kompleks bir sistem olan evrende küçük sayılar, dereceler ve açılar canlılığın oluşumunda tahminlerimizin ötesinde önem taşırlar. Peki tüm bunlar bize neyi düşündürmelidir? Varlığımızı evrenin bir ucundaki olaylar bile etkileyebiliyorsa, evrende domino taşları gibi birbirini etkileyen dengeler zinciri varsa ve evren var olduğundan beri bu düzen büyük bir hassasiyetle korunuyorsa, bunun açıklaması kör tesadüfler olabilir mi? Elbette ki hayır... Çok açık bir gerçektir ki, değil bunu kabul etmek, böyle bir ihtimalin üzerinde durmak bile akıl ve mantık dışıdır. Evrendeki düzeni sağlamak için gereken tüm koşulların aynı anda olması ve bunların her an her dakika devam etmesi üstün bir Yaratıcı'nın varlığının apaçık delillerindendir. Bir ayette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "Ol" der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)


Bölüm 2: Canlılık İçin Özel Olarak Yaratılmış Dünya

ünlük şehir hayatında karşılaşmadığımız, sadece akvaryumlarda, belgesellerde görebildiğimiz rengarenk balıklar, mercanlar, denizatları, su kaplumbağaları, foklar, yunuslar, balinalar, köpek balıkları, ahtapotlar, ışıklı denizanaları, mürekkep balıkları, ıstakozlar, yengeçler, istiridyeler, denizyıldızları, karidesler, planktonlar, süngerler... Bu canlılar deniz altındaki hayatın çok küçük bir kesimini bize yansıtır. Bu canlıların her birinin yaşadığı ortam ise kendisine özeldir. Örneğin, ılıman iklim kuşağındaki denizlere ait bir balığı, kutuplara götürseniz hayatını devam ettiremez. Aynı şekilde mercanlara ait bir balık da soğuk sularda yaşayamaz. Ya da kıyılarda yaşayan bir balığı okyanus derinliklerine koyup yüksek basınç altında yaşamasını bekleyemezsiniz. Hatta yaşam koşullarındaki hassasiyeti anlamak için, böylesine keskin farklılıklara da gerek yoktur. Deniz canlılarının yaşadıkları ortamdaki en ufak ısı değişimi, mineral oranlarındaki oynamalar ya da ancak özel tespitlerle anlaşılan suyun asit-baz dengesi gibi farklılıklara dahi toleransları yoktur.

Okyanuslarda derinliğe bağlı olarak sıcaklık, basınç, besin maddelerinin yoğunluğu ve ışık oranı değişir. Deniz yüzeyinden tabanına doğru inildikçe bu koşullar ciddi farklılık gösterir. En derin noktası 11.000 metre, ortalama derinliği ise 5.000 metre olan okyanuslarda, 100 metrenin altına güneş ışığı ulaşmaz. Dolayısıyla buralarda fotosentez imkanı yoktur; yüksek bir basınç, 2-4°C gibi düşük bir sıcaklık ve sürekli karanlık vardır. Kıt besin kaynakları, üst tabakalardan yağan atıklar ve organik maddelerden oluşur. Tüm bu zor koşullara rağmen, okyanusların derinliklerinde çeşitli balıklar, birbirlerinden çok farklı omurgasız hayvanlar ve mikroorganizmalar yaşar. Her derinlik seviyesinde, ortamın koşullarına uygun yapı ve sistemlere sahip canlılar yaşamlarını sürdürürler. Bir ayette Yüce Allah şöyle buyurur:
Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. Onun karar (yerleşik) yerini de ve geçici bulunduğu yeri de bilir. (Bunların) Tümü apaçık bir kitapta (yazılı)dır. (Hud Suresi, 6)



   
 
Big Bang adı verilen sıfır hacim sonsuz yoğunluktaki tek bir noktanın patlaması ile şu an evrendeki tüm mevcut sistemler tam olmaları gereken denge ve düzen içinde yoktan var olmuştur. Kainattaki bu muhteşem yaratılış, Yüce Rabbimiz'in sonsuz kudretini sergilemektedir.
 
     
Canlılığın oluşması için gerekli olan koşullara bakıldığında, sadece Dünya'nın böyle bir ortama olanak sağlayacak özelliklerde olduğu görülür. Yaşam için elverişli bu ortamı sağlamak içinse, saymakla bitirilemeyecek kadar koşul -Dünya'nın ısısı, eğikliği, Güneş'e olan uzaklığı, etrafındaki manyetik alanın varlığı, çevresindeki atmosferin Dünya'yı koruyacak niteliklere sahip olması vb.- aynı anda, kesintisiz gerçekleşmelidir. Burada unutulmaması gereken önemli bir diğer nokta da, bu şartların tümünün yaşam için gerekli tek alternatif olmalarıdır.

Sıcak Su Ağızlarındaki Çeşitlilik, Yaratılış'ın Delillerindendir


Okyanus dibinde ekosistemi sağlayan sıcak su kaynakları, Dünya'nın kabuğundaki yarıklardan, içinde çeşitli minerallerin bulunduğu sıcak suyun çıktığı yerlerdir. 1977 yılında Galapagos Adaları'nın 320 km kuzeydoğusunda, deniz yüzeyinden 1.600 metre derinlikteki sıcak su ağızlarında yapılan araştırmalarda, daha öncesinde bilinmeyen bir canlılık keşfedilmiştir. Bu araştırmalarda bilim adamlarını en çok şaşırtan, canlıları pişirecek kadar sıcak, paramparça edecek kadar da asitli sularla kaplı bir bölgede, rahatlıkla yaşamlarını sürdürebilen canlıların çeşitliliği olmuştur.15 Sıcaklığın 4000C'yi bulduğu bu kaynakların çevresinde şimdiye kadar 300'den fazla tür saptanmıştır.16 Peki ama bu canlı türleri nasıl olup da hem güneş ışığı olmadığı için besin sağlanamayan hem de son derece zehirli olan bir ortamda yaşayabilmektedirler?

Bu sularda yaşayan canlılar, volkan ağızlarından yayılan hidrojen sülfürün (H2S) zehirleyici özelliğini etkisiz kılacak bir yaratılışa sahiptirler. Allah'ın yarattığı bu özel sistem sayesinde zehirlenip ölmekten korundukları gibi, ihtiyacını duydukları besini ve enerjiyi de rahatça temin edebilmektedirler. Bunun için hidrojen sülfürü (H2S) oksijen ile "yakarak", su ve çeşitli sülfatlar üreten bakterilerden faydalanırlar.

Hidrojen sülfür + Oksijen ==> Su + Sülfatlar
"Kemosentez" olarak adlandırılan bu işlemde bakteriler, kükürdü işleyerek besin üretirler. Böylece okyanusun derinliklerindeki su ağızlarında, pek çok canlı bu bakterilerle ortak yaşam içerisinde, besin elde etmek için ışığa ya da suyun yüzeyinden aşağıya çöken canlı artıklarına ihtiyaç duymadan yaşarlar.
Bu canlılar arasında en dikkat çekici olanı, ne besin alacak bir ağzı ne de aldığı besinleri sindirecek bir sindirim sistemi olan dev tüp solucanlarıdır. Araştırmalar sonucunda dev tüp solucanlarının (Riftia pachyptila), "trofozom" adı verilen organında kemosentez yapan bakteriler olduğu ortaya çıkmıştır. Öyle ki, tüp solucanının her 28 gramlık dokusu 285 milyar bakteri içermektedir.17 Dev tüp solucanı kendi hücreleri içinde yaşayan bakterilere kimyasal madde sağlarken, bakteriler de solucana besin sağlamaktadır.





















1- Soğuk su, deniz tabanındaki yarıklardan süzülür
2- Aşırı sıcaklıktaki su yarıktan dışarı püskürür
3- Su, okyanus kraterindeki sıcak kayalarla karşılaşır
4- Kristalleşmiş mineraller baca kısmının etrafında birikirler
5- tüp solucanları
6- Aşırı ısınmış ve mineral yüklenmiş olan su, yüzeye doğru hızlıca çıkar
7- Sıcak su ağızlarındaki canlıların temsili resmi
Sıcak su ağızları pek çok canlı için önemli bir yaşam alanıdır. Karidesler, tüp solucanları ve yengeçler bu ortamda, zehirli sülfürü etkisiz kılan bakterilerle birlikte yaşayarak zehirlenmekten korunur ve müthiş bir çeşitlilik oluştururlar.


Midye, yengeç, karides, deniz tarağı ve istiridye gibi sıcak su ağızlarının çevresinde yaşayan daha pek çok canlı da, kemosentez yapan bu bakterilerle benzer bir ortak yaşam ilişkisi içindedir. Gerçekleştirdikleri kimyasal işlemler sayesinde sülfürü kullanıma uygun hale getiren bu bakteriler, diğer hayvan türleri için yiyecek sağlayarak volkanik ağızdaki besin zincirinin temelini oluştururlar. Bazı omurgasızlar bu mikroorganizmalar sayesinde, ahtapot gibi canlılar ise bu omurgasızlar sayesinde soylarını devam ettirirler. Yakın bir zamana kadar canlılığın var olmadığı sanılan bu ortamdaki türlerin zenginliği ve mükemmel uyumu hayranlık vericidir.

Bilim dünyasında büyük yankı uyandıran sıcak su ağızlarının keşfi, önemli bir gerçeği gözler önüne sermektedir. Bu bölgelerdeki zorlu şartlarda yaşayan canlıların henüz bir bölümü tespit edilmiştir ve bunların da %95'i tanımlanamamıştır. Her yeni araştırma ve gelişme, okyanus tabanının zenginliği hakkında ne kadar az şey bildiğimizin bir göstergesi olmaktadır. Sıcak su ağızlarındaki bu yaşam ve canlı çeşitliliği Yüce Rabbimiz'in evrenin her noktasındaki hakimiyetini, ilmini ve rahmetini sergilemektedir. Evrendeki her şeyi yaratan, evrenin her köşesinde sonsuz aklını tecelli ettiren Yüce Allah'tır. Allah'ın ilmiyle her yeri kuşattığı Kuran'da şu şekilde bildirilmektedir:
Sizin İlahınız yalnızca Allah'tır ki, O'nun dışında İlah yoktur. O, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. (Taha Suresi, 98)

   
 
1- Kıta Sahanlığı
2- Kıta Eğimi
3- Çökmüş Volkanik ada
4- Okyanus ortası dağ sırası
5- Derin Okyanus çukuru
Karayı çevreleyen okyanus hemen derinleşmez. Kıta sahanlığı denilen sığ bölge, oldukça fazla sayıda canlının barındığı bölgedir. Aslında bu bölge Dünya üzerindeki balıkların büyük bir kısmının yaşam alanını temsil eder.
 
     



Deniz Altındaki Sürekli Artan Çeşitlilik2

Dev okyanus kitlelerinin içinde varlığından ancak 21. yüzyılda haberdar olduğumuz canlılardan biri de, okyanus dibindeki çamur tabakasında bulunan ve metan tüketen bakterilerdir.8 Gözle görülemeyen bu canlılar, derin denizlerin bir köşesinde insan için hayati öneme sahip bir faaliyet içerisindedirler. Bu mikroorganizmaların her yıl yaklaşık 300 milyon ton kadar metan tükettikleri tahmin edilmektedir ve uzmanlara göre; "Bu miktar, insanların tarım, çöp gömme, ya da fosil yakıt kullanma yollarıyla atmosfere saldıkları metan miktarına eşittir."9 Dolayısıyla tek bir canlı türü bile aslında Dünya üzerindeki hassas dengenin bir zincirini oluşturur. Bir Kuran ayetinde şöyle bildirilmektedir:

... Karada ve denizde olanların tümünü O bilir. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi ve her şey apaçık bir kitaptadır. (Enam Suresi, 59)

Diğer taraftan gelişen teknoloji ile birlikte, her geçen gün okyanuslarda yeni canlı türlerini keşfetmek mümkün olmaktadır. Tuscia Üniversitesi'nden Francesco Canganella ve Japonya Deniz Bilimi ve Teknolojisi Merkezi'nden Chiaki Kato'nun belirttikleri gibi, "Araştırmacıların çabalarına ve bilimsel metotlardaki gelişmelere rağmen, okyanusların sadece küçük bir bölümü kolaylıkla erişilebilir durumdadır ve bundan dolayı deniz dünyasının büyük bölümü henüz bilinmemektedir."10 Dolayısıyla her yeni araştırma bilinmeyen türlerin varlığını gün ışığına çıkarmaktadır. Bilim ve doğa tarihi yazarı Joseph Wallace, A Gathering of Wonders (Harikalardan Toplama) adlı kitabında, konu ile ilgili şu satırlara yer vermektedir:

Balık bilimci Melanie Stiassny, "Herkes Dünya'nın büyük bir bölümünün sularla kaplı olduğunu bilmesine rağmen, çok az kişi bunun %2.5'inin tatlı su olduğunun farkındadır." Daha da şaşırtıcısı bu kadar küçük bir su yüzdesinin oldukça fazla balık türüne ev sahipliği yapıyor olmasıdır. Tuzlu su ve tatlı su balıkları hep birlikte omurgalı hayatının en çeşitli dalını oluştururlar, bunların şimdiye kadar 25.000 türü tanımlanmıştır. Her yıl yaklaşık 200 yeni balık türü tanımlanmaktadır ve daha fazla bilim adamı bu işi yapıyor olsaydı bir yılda çok daha fazlası tanımlanmış olurdu.


Washington'daki Deniz Yaşamı Nüfus Sayımı Kuruluşu'nda çalışan biyolog Prof. Ron O'Dor ise şunları ifade etmektedir:
Okyanusun pek çok bölümü daha hiç araştırılmadı... Tahminlerimize göre okyanusun 10'da 1'lik bölümünün sadece 100'de 1'i biyolojik anlamda örneklendirilebildi, hatta daha azı kadar. 12
Woods Hole'daki Deniz Biyolojisi Laboratuvarı'ndan Amerikalı bilim adamı Mitchell Sogin de, canlılardaki çeşitliliğin bilinen veya tahmin edilenin çok üstünde olduğunu vurgulayarak, bu konuda yaptıkları çalışmanın ardından şunları ifade etmiştir:

Bu (çalışma) gerçekten, bilgi eksikliğimize ve daha öğrenecek ne kadar çok şey olduğuna işaret etmektedir. 13

Dünyanın her köşesi muazzam bir çeşitlilikle kuşatılmıştır. Binlerce metre derinlikteki okyanuslardan küçük göletlere, soğuk kutup bölgelerinden okyanus dibindeki sıcak su kaynaklarına kadar her yerde çok sayıda canlı türü bulunmaktadır. Çıplak gözle görülmeyen diatomlardan tonlarca ağırlıktaki dev balinalara, tek hücreli planktonlardan sonar sistemli yunuslara, süratle dalış yapan foklardan rengarenk mercan balıklarına kadar tüm canlılar Allah'ın benzersiz yaratma sanatının örnekleridir. Prof. Edward O. Wilson evrimci bir biyolog olmasına rağmen, doğadaki çeşitlilik karşısında şunları dile getirmekten kendini alamamıştır:

Biyolojik çeşitlilik Yaratılış'tır. Her biri milyarlara varan nükleotid çiftleriyle ve çok daha fazla sayıda, aslına bakılırsa astronomik sayıda, olası genetik kombinasyonla belirlenen on milyon belki daha fazla tür halen hayattadır... Canlı organizmaların Dünya'nın kütlesinin sadece on milyarda birini oluşturmasına rağmen, biyolojik çeşitlilik bilinen evrenin bilgi açısından en zengin kısmıdır. Bir avuç toprakta diğer bütün gezegenlerin toplam yüzeylerinde olduğundan çok daha fazla örgütlenme ve komplekslik vardır. 14

Böylesine çeşitli canlıların birbirlerine bağımlı bir hayat dengesi içinde yaşamaları insanların üzerinde düşünmesi gereken bir durumdur. Allah'ın yarattığı tüm çeşitleri tespit edebilmek şu an için mümkün gözükmemektedir. Her bir canlı Allah'ın ilminin genişliğinin, sanatının zenginliğinin bir yansımasıdır ve incelenmesi ve öğrenilmesi gereken pek çok özelliğe sahiptir. Allah Kuran'da şöyle bildirmektedir.
Şüphesiz, mü'minler için göklerde ve yerde ayetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır. (Casiye Suresi, 3-4)

Bölüm: 1 Deniz Altındaki Sürekli Artan Çeşitlilik

çinde yaşadığımız gezegen -Dünya-, bilinen diğer gök cisimlerinde olmayan özelliklere sahiptir: Yeryüzünün %70'i sularla kaplıdır ve kimi yerlerde derinliği Everest Dağı'nın yüksekliğinden bile fazla olabilen bu sularda, diplere doğru indikçe rengarenk bir dünya ile karşılaşırız. Farklı renkleri ve yapılarıyla, birbirinden ilginç avlanma ve savunma taktikleriyle milyonlarca canlı çeşidi yaşamını sürdürür.

Yeryüzündeki canlı türlerinin sayısı ile ilgili tahminler günümüzde 100 milyon rakamına kadar varmaktır. Şu ana kadar tanımlanmış canlıların sayısı ise sadece 1.4 milyon kadardır.1 Norveç İklim Araştırmaları Bjerkness Merkezi'nden Vigdis Vandvik, canlı türlerinin sayısı ile ilgili olarak, "Bu, evrendeki yıldızların sayısını saymak gibi bir şey. Dünyadaki hayvanların ve bitkilerin sayısı hakkında tam bir tahminde bulunmak imkansız."2 demektedir.
Bir an için yeryüzündeki sularda hiçbir canlı yaşamadığını düşünelim. O zaman Dünya'daki canlı türlerinin %90'ının olmadığı bir Dünya hayal etmemiz gerekirdi. İşte okyanus ve denizler böylesine zengin canlı türlerini barındırmaktadır. Amerika'daki Rutgers Üniversitesi Deniz ve Kıyı Araştırmaları Enstitüsü Direktörü Frederick Grassle, araştırmalarına dayanarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
Topladığımız örnekler gösterdi ki okyanus tabanı, gerçekte, mevcut tür sayısı açısından tropikal yağmur ormanlarıyla yarışabilir. Okyanus dibi fiziksel olarak bir çölü andırabilir, fakat tür çeşitliliği açısından daha çok tropikal bir yağmur ormanı gibidir.


Daha önce yaşamın olmadığı sanılan bir ortamda, okyanusların birkaç bin metre tabanında şaşırtıcı bir tür zenginliğinin var olduğu ortaya çıkmıştır. Bir araştırmada, 2.100 metre derinlikteki okyanus tabanından alınan her 30x30 cm2'lik örnekte, 55-135 farklı tür bulunmuştur.4 Güney Avustralya açıklarındaki bir diğer araştırmada ise, 10 m2'lik deniz zemininde 800'den fazla türün varlığı belirlenmiştir.5 Sadece bakteri türü olarak bile, 1 litre deniz suyunda 20.000'in üzerinde çeşit bulunduğu bilinmektedir.6 Harvard Üniversitesi'nden Prof. Edward O. Wilson, In Search of Nature (Doğanın Gizli Bahçesi) adlı kitabında canlı türlerindeki çeşitlilikle ilgili şu gerçekleri ifade etmiştir:

Öncelikle biyolojik çeşitlilik miktarı konusunu düşünün. Dünya üzerindeki organizma türlerinin sayısı tam olarak bilinmiyor. Bugüne kadar yaklaşık 1,5 milyon türe isim verilmiştir, ama gerçek sayı muhtemelen 10 milyon ile 100 milyon arasındadır... Tropik yağmur ormanlarındaki en az bir-iki milyon, hatta onlarca milyon eklem bacaklı türü üzerinde de fazla çalışma yapılmamıştır; derin denizlerin engin tabanında yaşayan milyonlarca omurgasız türü üzerinde de. Ancak sistematiğin esas kara deliği bakterilerdir. Kabaca 4.000 bakteri türünün resmen tanımlanmış olmasına rağmen, yakın zaman önce Norveç'te yapılan araştırmalar, orman toprağının her bir gramında bulunan 10 milyar organizmanın arasında bilim için neredeyse tümüyle yeni olan 4.000 ila 5.000 bakteri türünün varlığını ortaya çıkarmıştır, ayrıca sığ deniz çökeltilerinin her bir gramında da birinci gruba dahil olmayan ve yine çoğu yeni olan 4.000 ila 5.000 tür daha bulunmuştur.